Küçük bir çocuğa hatta bizim kuşaklarda dâhil hayvanları hikâyelerinde konuşturan kimdir diye sorarsak La Fontaine cevabını alırız. 1621-1695 yıllarında yaşayan Fransız yazar, çizdiği kahramanları üzerinden insan davranışları gösteren hayvanları kaleme alıyor ve öğütleyici, didaktik bir dille yapıyor bunu. Yazdıklarına fabl diyoruz. Bu neredeyse bir yazım biçimi hatta tür olmuş durumda. Yazar kendi dünyasının içinden seslenmiş okuruna. Ortaya koyduğu metinler de hiç şüphesiz kendi coğrafyasından izler taşıyor. Bugün gelinen noktada ise artık öyle fabl revaçta değil. “O da neymiş canım?” diye sorar birçokları hatta. Neden mi? Aslında basit cevabı. Örümcek adamlar, betmenler çocuklarımızın zihnini yeteri kadar meşgul ediyor da ondan. Ayrıca bu hayal kahramanlarının elbiselerini, sırt çantalarını hatta çocuk odası mobilyalarını alarak çocuklarımızın dünyalarını başkalarının istediği gibi şekillendiriyoruz biraz farkında, biraz da farkında olmayarak.
Sahip olduklarımızı kaybettikten sonra değerini anlamayıp pişmanlık duymayalım. İş işten geçmiş olmasın. Gelin bizi anlatan geleneklerimizden izler taşıyan eserleri bir sonraki nesillere taşırken önceliklerimiz belli olsun. Zira bu eserlerin müellifleri gönül dünyalarından yazmışlar. La Fontain’den söz açmıştık. Bizim coğrafyamızdan yükselen öyle kalemler ve gönü insanları var ki insanın sadece et ve kemikten yaratılmadığını birde ruh dünyası olduğunu bizlere anlatıyorlar. Yemekle beslememiz gereken bedenimizden ziyade ruh tarafının ihtiyacını hatırlatıyorlar bize.
Bizim coğrafyamız bilim, fikir ve devlet adamları yetiştirmekle ünlü aslında. Sadece biraz görebilmek gerekiyor. Sözgelimi Mevlana Celâleddîn-i Rûmî hazretlerinin yazdıklarına baktığımızda onun La Fontain’den çok zaman önce hayvanları konuşturarak hikâyeler aktardığını, yazdığını görüyoruz. Mevlana hazretleri 1207-1273 yıllarında yaşamış. Vefat ettiği tarihi temel alırsak yaklaşık La Fontein’den 400 sene önce. Hazretin, mesnevide geçen hikâyesine kulak verelim:
DEVE ile FARE
Bir fare devenin yularunı eline aldı kurula kurula yollara düştü. Deve tabiatındaki mülayimlik yüzünden sessizce farenin arkasından hiç itiraz etmeden yürüdü. Bunun üzerine fare kibirlendi.
- Ben ne pehlivan ne yiğit biriymişim ki koskoca deveyi sürükleyip götürüyorum, dedi kendi kendine.
Deve farenin bu düşüncesini ve gururlanmasını anladı.
- Hele bir sırası gelsin ben o zaman senin dersini veririm, diye düşündü, sabıla yürümeye devam etti.
Gide gide derken büyük bir ırmağın kenarına vardılar.Fare ırmağı görünce durdu.Adeta kanı dondu.Deve bunu görünce;
- Ey dağlara ovalarda önüme yürüyüp yol gösteren,neden durdun,sen benim kılavuzum,öncümsün yürüki arkandan geleyim, dedi.
Fare geri çekildi;
- Bu su pek büyük ,pek derinbir su boğulmaktan korkuyorum, dedi.
Su devenin ancak dizine geliyordu;
- Aa kör faare su diz boyuymuş,neden bu kadar korktun.A hayvanların yüz karası, dedi deve.
Fare;
- Dizden dize fark var senin için karınca olan bizim için ejderha sayılır. Senin için diz boyu olan su benim boyumu yüz kere aşar, dedi.
Bunun üzerine deve;
- Öyleyse dedi.Bir daha küstahlık etmeye kalkışma da canın yanmasın.kendin gibi farelerle boy ölçüş develere yanaşma!.
Fare hatasını çoktan anlamıştı.
- Tövbe ettim Allah rızası için beni bu sudan geçir diye yalvardı.
Kaynak: Mesnevide geçen bütün hikayeler / Semerkand yayınları
Yorum Yaz
Yorumlar
Diğer Yazıları
FLAŞ KOCAELİ GAZETESİ
Tel: 0555 819 86 99